KÜTÜBHANE-İ HUSUSİYYE

KÜTÜBHANE-İ HUSUSİYYE

Herkese selamlar. En son yazdığım üslubtan oldukça farklı bir üslubla yazmaktayım şu an. Çünkü hayat denilen şey, insanı olgunlaştırıp, büyümesini sağlıyor. Bu sayfa, okumak istediğim kitaplar ve okuduktan sonraki düşüncelerimi paylaşacağım bir sayfa olacak. Bu sayfayı neden kurma gereği duydum biraz bundan bahsetmek istiyorum. Kitap Fuarları, herhalde en sevdiğim etkinlikler şu hayatta. Yeni kitaplar ve insanın kalbini patlatacak heyecan duygusu... Son zamanlarda -ki bu son zamanlar dediğim süre 2 sene oldu- biriken kitaplarımı eritmek için kendimi sınamak istemem. Çünkü ben, delirmiş gibi her gittiğim fuardan, her gittiğim kitapçıdan, her gittiğim alışveriş merkezinden elimde bir veya daha fazla kitapla döndüğüm için ve deli gibi internetten kitap aldığım için küçük çaplı bir halk kütüphanesine dönmüş olabilir odam. :D Dolayısıyla bu biriken kitapları -hakikaten çok biriktiler :(- belli sürede bitirip burada -kendimce- kritiğini yapmak. Yine büyük ihtimalle okuyanım yok ama olsun :D Belki birileri yanlışlıkla sayfama uğrar ve bu sayfayı görür, fikrim hoşuna gider. :D Uzun lafın kısası, kendime meydan okuyorum!! Rekabet başlasın :D İlk hedef:

BABAM SULTAN ABDÜLHAMİD

Kitabın Yazarı: Ayşe Osmanoğlu
Kitabın Yayınevi: Timaş Yayınları
Kitabın İlk Basım Yılı: 1956
Kitabın 7. Baskısı: 2015
Konusu: Ayşe Sultan' ın, Osmanlı Sarayı ve Babası Sultan Abdülhamid ile ilgili hatıraları, kitabın ana hattını teşkil etmektedir.
Kitaba Başlama Zamanı: 14 Aralık 2015 (aşağı yukarı)
Kitabı Bitirmek İstediğim Zaman: 4 Ocak 2016 (İnşallah :D)
Kitabın Bitiş Tarihi: 01 Ocak 2016

Ayşe Osmanoğlu'nun kaleme aldığı hatırat kitabı 'Babam Sultan Abdülhamid'.
Öncelikle, mutluyum gururluyum. :D Şaka bir yana, kitap zaten sürükleyiciydi, tatilde olmanın verdiği boş vakitle kitabı hedeflediğimden daha kısa sürede bitirdim. Buyrun kitaba öyleyse...

Öncelikle Kitap, tamamiyle gerçek yaşanmışlıklarla dolu... Yazarın, Ayşe Osmanoğlu, yaşadığı duygu silsilelerini iliklerime kadar hissettiğimi naçizane belirtmek isterim. Gönül isterdi ki bu ayaklı tarih kitabı kimselerle tanışmış olalım, konuşmuş olalım. Kısmet, Rabbim Cennet-i Sani' de beraber eylesin bizleri...

Kitap, yedi bölümden oluşuyor. Ayrıca, kitabın sonunda Sultan Abdülhamid ve ailesinin fotoğraflarının olduğu bir bölüm var. Önsözlerinin de olduğunu belirtelim.

İlk bölüm, Sultan II. Abdülhamid Han ile ilgili. Nasıl giyinirdi, mizacı nedir, bir günde neler yapardı, başından geçen kazalar, felaketler... Kısacası Sultan Abdülhamid' in padişah olmadan, nasıl bir insan olduğunun anlatıldığı bölüm kitabın ilk bölümü. Tabi, zaman zaman yazar, babası ile yazılmış yalan yanlış şeyler hakkında doğru bilgiyi verip, bu bilgilerin çıkış nedenine kısaca değiniyor. Bunu da, kitabın akıcılığını ve gidişatını bozmadan, insanın kafasını karıştırmadan yapıyor. Üslup çok güzel, yanınızda Osmanlıca Lügat ya da telefonunuzda Lügat bulundurarak okumanızı naçizane öneririm. Çünkü yazar, gerçekten Öz Türkçe'ye çok dikkat ederek yazmış. Kitabın yazılış yılı ve dönemindeki konuşma dilimizle şu anki konuşma dilimiz maalesef çok değişmiş durumda. Doğal olarak anlaşılmayan kelimeler, hemen hemen her sayfada, her iki satırda bir karşımıza çıkıyor. Ama bu, eleştirilecek bir şey değil kesinlikle, bu takdir edilmesi gereken bir durum çünkü yazar, Osmanlı Saray Adabı ve Terbiyesi ile yetişmiş bir padişah kızı. Bu kelimeler insanın kelime dağarcığını geliştirmesine yardımcı olan unsurlar. Devam edelim...

İlk bölümde ilgimi çeken tonlarca şey arasından ilk önce, Sultan II. Abdülhamid'in devlet siyaseti hakkındaki şu sözlerine yer vermek istiyorum. Bu kısım, aynen kitaptaki gibi alınmıştır:
Saltanat zamanımda iki defa İstanbul' a geldi (Alman İmparatoru). Kendisini yakından tanırım. Genç, faal, nazik, sevimli bir zattı. Bismark' ı yere çarptıktan sonra onun rolünü kendi üzerine aldı. Fakat Bismark kadar tecrübeli ve akıllı değildi. Güttüğü gaye Almanya' nın askeri kuvveti idi. Ben Alman politikasına çok ehemmiyet vermekle beraber öteki büyük devletleri de gözden kaçırmaktan ve gücendirmekten daima sakındım. Politikamı daima teraziyle tarttım. İmparator' la şahsi dostlukta devamla beraber Rusya İmparatoru' na da fırsat düştükçe dostluk gösterdim. Coğrafi mevkiimiz bunu icap ettiriyordu. İkinci gelişinde, Almanya İmparatoru ile bir akşam hususi görüşmemiz esnasında birbenbire kalktı. İki elimi birden tuttu, ''Avrupa' da bir harp zuhur ettiği takdirde bizim tarafa geçersiniz, değil mi Majeste?'' dedi. Cevaben, ''Aziz dostumsunuz; fakat size şimdiden söz vermek hakkını haiz değilim; bunu ancak o zaman düşünebilirim.'' dedim. Devletimin menfaatlerini düşünmeden hiçbir devletin arzusuna hedef olamazdım. Avrupa'da siyasi vaziyet her an gerilmekte idi. Ne zaman olsa umumi bir harb çıkacaktı. Fakat bizim bir tarafa temayül göstermemiz yavaş yanmakta olan bir ateşi alevlendirebilirdi. Buna sebep olarak biz gösterilirdik. Adımlarımızı saymaya, hesapsız hareket etmemeye mecburduk. Herkes ''Ben diplomatım.'' demekle diplomat olamaz. Bismark hakiki diplomattı. Avrupa' nın ruhunu bilirdi. Kendisiyle hususi muhaberatım vardır. Aramızda karşılıklı birçok mektuplar gönderilmiştir. Almanlar askerlikte ve çalışkanlıkta birinci derecede bir milletti. Ama Rusların nüfus kuvvetine, İngilizlerin sinsi politikalarına karşı gelebilirler miydi, burası kestirilemezdi. Ben hiçbir devlete söz verip bağlanmadım. İngiltere' nin ve Fransa' nın gözleri daima Şark'ta idi. Bilhassa Müslümanlarla aramızda nifak çıkarmak emelleri idi. Kuvvetimizi bu suretle kırmak istiyorlardı. Halifelik politikasıyla bunu önlemek istiyordum. Bir çıbanbaşı çıkartmamak için çok çalıştım. Avusturya İmparatoru' yla da ayrıca dostluğum vardı. Pek eskiden başlayan bu dostluğumun mahiyeti hususidir. Amcam Sultan Aziz' le beraber Avrupa seyahatine çıktığımız zaman Viyana' da hastalanmıştım. İmparator beni misafir olarak Schönbrunn Sarayı'nda alıkoydu. Tedavi ettirdi. Amcamdan 14 gün sonra İstanbul' a hareket ettim. Bu dostluktan istifade ederek politikamızı takviye ettim. İtalya Kralı Umberto da dostumdu. Oğlu Victor Emanuel seyahatle İstanbul'a geldiği vakit Umberto bir bomba suikastı ile öldü. Veliahd Emanuel buradan giderken daha bizim suları terk etmeden kral oldu. Bu da ahbaplığımıza vesile teşkil etti. Emanuel' in zevcesi, Karadağ Prensi' nin kızı idi. Karadağ Prensi' ni daima elimde tutuyor ve maaş veriyordum. İyi adamdı. Bulgarlara gelince: Onlar Rusya'nın şımarık çocuklarıydı. Bulgaristan Prensi Ferdinand'ı hususi yaverim yaparak okşuyordum. Görüştüklerim arasında Ferdinand kadar şeytani zekaya malik bir kimse tanımadım diyebilirim. İşte bu şımarık çocukların başında şayanı hayret bir zekaya malik bu prens bulunuyor, Rusya gibi bir kuvvete dayanıyordu. Harb gailesinden daima sakındım. Allah millet ve devletime zeval vermesin.
İşte bu ifade, Sultan II. Abdülhamid' in saltanatı süresince güttüğü dış politikayı özetleme maiyetindedir. Rabbim mekanını cennet eylesin. Amin...

Kitabın ikinci bölümü, yazarın kendi hayatını ve hatıralarını yazdığı bölümdür. Ayşe Sultan, kitabın bu kısmında annesi Müşfika Kadınefendi ile babası Sultan II. Abdülhamid' in nikahını, annesinin nasıl babasının haremine alınışını, çocukluğuna dair hatırladıklarını kısaca anlatmış. Plevne kahramanı Gazi Osman Paşa ile görüşmesi, kapanmaya başlamasının hikayesi, dadısı ve abası, hatırındaki tüm o hüzünlü ve mutlu anıları bizlerle paylaşmış. Kısa bir bölüm olmakla birlikte, Sultan II. Abdülhamid' in kızlarına ve Ayşe Sultan'a yaklaşımını anlatan önemli bir kaynak niteliğindedir. Kitabın bu bölümünde yüzümden tebessüm eksik olmadı desem abartmış olmam.

Üçüncü bölüm, yazarın Meşrutiyet devrinde yaşadıkları, 31 Mart Vakası, Sultan II. Abdülhamid' in tahttan indirilmesi, bu süreçteki korku dolu günlerin anlatıldığı kısımdır.

Dördüncü bölüm, yazarın Selanik' teki Alatini Köşkü'nde yaşadıkları, ailecek nasıl apar topar Selaniğe gönderildikleri, babası Sultan II. Abdülhamid ile yapmış olduğu konuşmalar, üzüntü ve acı dolu günlerin olduğu gibi aktarıldığı bölüm olma özelliğine sahiptir. Bu bölüm, hem yazarın, hem de Sultan II. Abdülhamid' in metanetini nasıl koruduklarının anlatılması hasebiyle önem arz etmektedir. Hapis hayatında yaşadıkları sıkıntıları babalarına belli etmemeye çalışan, ancak bir yandan da bunda başarılı olamadıklarını ifade etmektedir Ayşe Osmanoğlu. Kitaptaki şu kısım benim çok hüzünlenmeme neden oldu:
Bir gün yine odasına gitmiştim. Karşısında oturuyordum. Yüzüme dikkatli dikkatli bakıyordu. ''Kızım! Sizi solgun görüyorum. Rahatsız mısınız?'' diye sordu. ''Hayır Efendimiz. Pek iyiyim, merak buyurmayınız.'' dedim. Bir ah çekti, ''Zavallı çocuklarım, sıkılıyorsunuz, havasız kalıyorsunuz. Sizi de bir türlü yerleştiremedim. Eğlenceniz de yok.'' dedi. Sonra birdenbire, ''Kızım! Siz güzel piyano çalardınız. Musikiyi severdiniz. Yukarıda bir piyano var. Çalıyor musunuz?'' diye sordu. ''Evet Efendimiz! Biraderle beraber bazen çalıyoruz.'' diye cevap verdim. Babam, ''Durun kızım, aklıma birşey geldi: Siz mandolin de çalardınız değil mi? Şimdi size bir mandolin getirteceğim. Odanızda meşgul olur, biraz eğlenirsiniz. Siz biraz da resim yaparsınız. Yağlı boya takımı ısmarlayacağım. Şu karşıki Karaburun' da bir gazino var ya, onun resmini yapıp bana getirirseniz çok memnun olurum.'' dedi. Hakikaten pek sevinmiştim. Yüzüm gülmüştü. Hemen kalkıp elini öptüm. Bir musahip vasıtasıyla Rasim Bey'i çağırttı. İstediklerini bildirdi....
....  Bir gün yine merdivenin en üst katında oturmuş, kendimden geçmiş, düşünüyordum. Nedense gönlümün sıkıntısı ziyade idi. Bila-ihtiyar şarkı söylemeye başladım. Söylediğim parçalar da babamın en sevdiği Traviata Operası'ndan idi. Parça bitmiş, ben de susmuştum. Babam aşağıdan seslendi, ''Kızım devam ediniz. Çok memnun oluyorum.'' diye bağırdı. Fakat ben o kadar üzülmüştüm ki bir türlü sesim çıkmıyordu. Gözlerimden yaşlar boşanmıştı. Eski günleri hatırlamıştım. Hızla odama koştum.
Kitabın bu bölümünde yazar ayrıca, babasına yapılan nankörlüklerden de nükteli bir üslupla değinmiş. II. Abdülhamid Han ile kan bağım olmamasına rağmen,  ben bile bunları okurken nasıl sinirlendim, nasıl üzüldüm. Kitaptaki insanlar bunları yaşamış ve çok büyük bir metanet göstermişler. Tarih, insanın ibret alması gereken, ders çıkarması gereken bir öğretidir diye boşuna denmiyor. İşte bu insanların hayatlarını okuyup, gösterdikleri sebat ve sabrı, biz de başımıza gelen her türlü olaylarda hatırlasak, daha iyi bir kul, daha iyi bir insan oluruz. Başlarına gelen her şeyi, hayrı da, şerri de, ''Allah' tandır'' diye kabullenmiş bu insanları kendimize örnek edinmeliyiz belki de. Hele de Abdülhamid Han. Nasıl büyük bir zatmış, nasıl dirayetli bir kişiliği varmış. Rabbim ondan razı olsun inşallah...

Beşinci bölümün bir kısmı, yazarın İstanbul' a geldikten sonra yaşadıkları, evlilikleri ve çocuklarını, tekrar vatandan sürgün edilişini anlattığı, bir kısmında da babasının, çocukları Selanik' ten gittikten sonra yaşadıkları, Balkan Savaşları yüzünden İstanbul'a geri gelişi ve ölümüne kadar İstanbul' daki yaşantısını annesinin anlattıklarıyla yazdığı, olay örgülerinin anlatıldığı son bölüm olma özelliğine sahip. Sanıyorum ki, okuyanları etkileme gücüne en muktedir bölüm, kitabın bu bölümüdür. Rahmetli Abdülhamid Han' ın torunu Ömer Efendi'yi ilk gördüğündeki tepkisi, zannediyorum ki okuyan herkesi duygulandıracaktır. Osmanlı Hanedan Ailesi'nin bitmeyen çilesi bu aileye de dokunmuş. Bizlere düşen, Allah'ın bize verdiği bu aklı, doğru bilgiyi bulmak için, Hakk'ı anlayıp, ona dosdoğru kul olmak için ve şehitlerimizin kanı, padişahlarımızın fedakarlıklarıyla yoğrulmuş bu toprakları ne pahasına olursa olsun korumak için kullanmalıyız. Allah ülkemize zeval vermesin. Amin...

Gelelim kitabın son iki bölümüne, altıncı bölüm, Sultan II. Abdülhamid' in zevceleri ve çocuklarının anlatıldığı bölüm. Son bölüm de, Ayşe Sultan' ın kalfalarından birinin ameliyatını yapan Cemil Paşa' nın Sultan Abdülhamid ile ilgili kaleme aldığı saçma jurnaline cevap maiyetinde olan bölümdür. Ne diyebiliriz ki, ne zaman ülkesi için çalışan bir zat çıksa, ya azlettirilmiş, ya şehit edilmiş, yahut başı kesilmiştir. Bu millet daha nicelerini gördü, işte tarihi doğru bilmemiz bu cihetten önemlidir. II. Abdülhamid Han' ın başına gelenden ders çıkararak ülkeye yön vermeye çalışsak, belki de çoktan uzay çeğını yaşıyorduk ülkecek. Ancak geç değil, Ulu Hakan'ın hayalleri bir bir gerçek oluyor. Rabbim ondan da razı olsun, yetiştirdiği kızı Ayşe Osmanoğlu'ndan da... Bize gerçeklerin anlatıldığı bir kaynak bıraktığı için kendisine can-ı gönülden şükranlarımı sunuyorum. Bu ülkenin menfaatini düşünen, bu ülkenin menfaati için çalışan, şehit düşen tüm Osmanlı padişahlarının ve yetiştirdikleri vatanperver evlatlarının ve kanlarıyla ülkemizi savunan şehidlerimizin ruhlarına El-Fatiha...

Umarım herkesin severek okuyacağı bir kritik olmuştur. Bu arada, kitabı okuyanlarınızın yorumlarını, fikirlerini merak ediyorum. Paylaşırsanız çok mutlu edersiniz beni.

Yeni kitabıma başladım bile... :D Buyrun kitabın künyesi:

II. ABDÜLHAMİD VE DIŞ POLİTİKA

Kitabın Yazarı: Prof. Dr. Vahdettin Engin
Kitabın Yayınevi: Yeditepe Yayınevi
Kitabın Basım Tarihi: Nisan 2011
Konusu: Sultan II. Abdülhamid ve yürüttüğü dış politikası ile ilgili bir tarih araştırmasıdır.
Kitaba Başlama Zamanı: 1 Ocak 2016
Kitabı Bitirmek İstediğim Tarih: 3 Ocak 2016 (inşallah :D)
Kitabın Bittiği Tarih: 8 Ocak 2016 (hayaller, hayatlar...)

Prof. Dr. Vahdettin Engin'in kaleminden II. Abdülhamid ve Dış Politika, Yeditepe Yayınevi.
Herkese hayırlı günler, hayırlı akşamlar... Kitabın bitişi bir miktar uzamış olsa da nihayet biten kitaplar arasına ekledim bu kitabı da. O zaman hemen başlayalım:

Kitap ile ilgili ilk söylemek istediğim şey, kitabın akademik bir kitap olması. Öyle 2-3 gün içinde bitirilebilecek bir kitap değil (Bu sözüm kendime). Hadi kendinizi kastınız ve bitirmeye azmettiniz, 2-3 günde anlaşılıp sindirilebilecek bir kitap da değil. Yani her halükarda üzerinde dura dura, özümseyerek okunması gereken bir kitap bu, bence. Vahdettin hoca, benim üniversite birdeyken İnkılap Tarihi dersime girmişti. O zamanlar adamın kıymetini anlayamadık tabi, kitapları olduğunu dahi bilmiyordum. Ne kadar ayıp ya! Şimdi düşünüyorum ve utanıyorum kendimden. Çünkü Vahdettin hoca, 'Osmanlıcı' veya 'Cumhuriyetçi' tarihçilerden değil. Kendisi, özellikle bu kitabını okuduktan sonra daha iyi anladım bunu, gerçekçi bir tarihçi. Olması gerektiği gibi. Çünkü, Sultan II. Abdülhamid, tüm Türk milletine 'kötü padişah' olarak öğretildiği için herkesin en çok yüklendiği padişahlardan biri olma özelliğine sahip. Vahdettin hoca da, Osmanlı Arşivleri'ndeki 'Gerçek Tarih'i gün yüzüne çıkaran tarihçilerimizden. Yani kısacası, kitap bu doğrultuda çok rahat ilerleyebilen bir kitap değil. Bir de kitaptaki her belgede ve fermanda bugün yaşadığımız sorunları gördükçe, insanın tüyleri diken diken oluyor. Bu da kitabı neden vaktinde bitiremediğimin açıklaması oldu :D

Kitap, akademik bir kitap dedim. Ancak bu söylemim, kitabın ilk kısmı ile ilgili değil, bilakis 2. kısmı ile ilgili. Kitap; 3 ana bölümden oluşuyor. İlk bölüm, II. Abdülhamid Han'ın hayatı ve uyguladığı dış politika ile ilgili. Ve bu bölüm gayet akıcı bir şekilde okunuyor. Kitabın bu kısmını anlamak için bir tarihçi ya da tarih öğrencisi olmaya gerek yok. Herkesin rahatlıkla anlayabileceği bir dille yazılmış. Ve bu bölümde yakın tarihimizi ve dönem tarihini etkileyen olaylara, nedenlerine, sonuçlarına yer verilmiş. Kısa kısa bilgiler verilmiş çünkü Sultan II. Abdülhamid'in tahta çıktığı yıllar, Osmanlı İmparatorluğu'nun en sıkıntılı dönemi. Dolayısıyla kendisinden önceki olaylar ile de kısa bilgiler veriyor hoca. O açıdan gayet anlaşılır kitabın bu bölümü. Kitabın bu bölümünde o kadar çok altını çizdiğim kısımlar var ki, hangi birine yer versem burada bilemedim. Ama birkaç tanesini buraya koymak istiyorum çünkü ben okurken çok etkilendim. Özellikle kitapta -ve dönemde- Ermeni Sorunu olarak geçen vakalarla ilgili o kadar çok belge var ki. Benim bu kitaptan naçizane çıkardığım çok mühim bir çıkarımım var: Emperyalist güçlerin odak noktası durumundaki toprakların bakirliğinin geç fark edilmesi ve önlem alınmada geç kalınması ve ekonomik olarak bir batakta bulunulması, Osmanlı İmparatorluğunun çöküşündeki ana etkenlerdir. Ve ekonomik olarak iflas etmiş devletlerin, özeli diye birşeyi kalmaz, her önüne gelen iç işlere karışır, ülke bütünlüğü diye bir şey kalmaz. İşte böyle sıkıntılı bir dönemde padişah olan birinin, ülkesini bu durumdan nispeten kurtarması, bu kişinin işinin ehli olduğunu gösterir. Dış ilişkiler, tam anlamıyla Arap Saçı imiş o dönemde. Ve II. Abdülhamid Han, bu karışıklığı Osmanlı ülkesinin lehine çevirebilmiş bir devlet büyüğümüz. Benim anlayamadığım çok fazla mevzu var, ve bence II. Abdülhamid'i kötüleyenler de II. Abdülhamid Han'ı anlayamamış, dolayısıyla ülkeyi çok büyük bir çıkmaza sürüklemiş insanlar.

Şimdi zihnimizde öyle bir tablo oluşturalım ki;
Devletimiz yeni bir yenilgiyi tatmış, düşman Yeşilköy'e, Dersaadet'in burnunun dibine kadar gelmiş, çok ağır bir antlaşma ile ülke çok büyük toprak parçalarını kaybetmiş, devletin ekonomisi çökmüş durumda. Ve siz böyle bir durumdaki devleti devralıyorsunuz. Yukarı tükür bıyık, aşağı tükür sakal durumu... Çok sıkı bir dış politika ile bu müşkül durumdan ülkenizi çıkarıyorsunuz. Ancak biliyorsunuz ki düşman her yerde... Ülkenizi parçalamak için bir yandan Balkanlarda kalan son topraklarınızda cirit atıp, halkları birbirine düşürüyor, Sırplar ile Bulgarları kışkırtıyorlar, bir yandan Ermeniler rahat durmuyor, ülkenin dört bir yanında terör faaliyetlerini gerçekleştiriyorlar (bize hiç de uzak değil sanki??), bir yandan düşman(lar) Arap Aşiretleri devlete karşı kışkırtarak bağımsızlıklarını almaları için fiştekliyor(lar), bir yandan aleni bir şekilde size uzak toprak parçalarını kendi aralarında pay ediyorlar, bir yandan yabancı basın sürekli sizin ve devletin aleyhinde karalama kampanyası yürütüyor, onları satın almaya çalışmışsınız, sürekli para ödüyorsunuz ancak verilen paranın karşılığını asla görmüyorsunuz, çünkü bir gün lehinize yazıyorlarsa on gün aleyhinize yazmaya devam ediyorlar, ve diğer yandan içerideki hainlerle, yetiştirdiğiniz, eğittiğiniz nankörlerle uğraşmak zorunda kalıyorsunuz... Çoook zor, ve zihinde zuhur etmesi bile korkunç bir tablo... Ama o dönem Osmanlı İmparatorluğu, tam da böyle müşkül bir durumda. İki ileri gidilebiliyorsa, on adım geri gidildi II. Abdülhamid sonrası. Ve onun ince dış politikasını yürütemeyen İttihad ve Terakki cemiyeti, ülkenin sonunu işte böyle getirdi.

Şurada bir kaç alıntı yapmak istiyorum kitabın bu bölümünden:
Ermeniler, özellikle 19. yüzyılın ikinci yarısından itibaren, Avrupalıların gayrimüslim Osmanlılar üzerindeki kışkırtıcı faaliyetlerine kapılarak Osmanlı Devleti'ne düşmanca bir tavır almaya başlamışlardır. 1877-78 Osmanlı-Rus Savaşı'ndan sonra gerçekleşen Berlin Antlaşması ile kendilerine bağımsızlık verileceği ümidine kapılan Ermeniler, bu amaçlarına ulaşamayınca, sonraki dönemlerde, hedeflerine varmanın bir yöntemi olarak terörizmi benimsemişlerdir. Bu çerçevede Taşnak ve Hınçak adlı terör örgütleri kurulmuştur. 
Bu paragraf, kitabın ilk ana bölümünün 7. bölümünde geçmektedir. Aynen aktardım. Çok ibret alınması gereken şeylerle dolu tarihimiz. Bu alıntı, aynen PKK'yı anımsatmıyor mu size de? Okurken tüylerim diken diken oldu. İşte, aynen PKK'nın prensibi. Zaten PKK da Ermenilerin oyunu değil mi ki? Tarihten ders çıkarmayacaksak tarih öğrenmemizin ne anlamı var? Pardon, bizim öğrendiğimiz tarih değil ki zaten, lisede gösterilenler tarihimizin seyreltik versiyonu. Türk Tarihi Aroması veriliyor bize ilkokuldan itibaren...

Geçelim bir diğer meseleye. II. Abdülhamid Han ve Yabancı Basın. Aynen aktarıyorum:
II. Abdülhamid kendi anlayışı çerçevesinde oluşturduğu dış politika uygulamalarını gerçekleştirirken yabancı basını kullanmayı da gerekli görmüştü. Osmanlı toplumunda gazetelerin etkinliğinin hissedilmeye başlamasıyla yabancı ülkelerden gelen gazetelerin yazdıkları da önem kazanmıştı. Gerek yerli, gerekse yabancı basına karşı en çok duyarlı hareket eden padişah ise II. Abdülhamid oldu. Yıldız Sarayı Başkatibi Tahsin Paşa'ya göre II. Abdülhamid daha şehzadeliği zamanında basınla ilgilenmeye başlamıştı. Ceride-i Havadis, Tasvir-i Efkar, Basiret, Çaylak, Çıngırak Tatar gibi gazetelerin halk üzerinde nasıl etki yaptığını gözlemişti. İç politikaya ilgisi olduğundan, şehzadeliği döneminde gazetecileri konağına davet eder, onlarla gizlice görüşürdü. Ayrıca Avrupa gazetelerini de kıraathane sahibi Sarafim Efendi ve kitapçı Elnino vasıtasıyla getirtip okuturdu. Dolayısı ile II. Abdülhamid saltanat makamına geçtiğinde gazeteler ve etkileri konusunda yeteri kadar bilgiye ve fikre sahip bulunuyordu. 
Bu alıntı, yukarıda yazdığım: II. Abdülhamid ve Yabancı Basın adlı bölümden aldığım bir paragraf. Yine bu bölümdeki bir diğer paragrafa geçelim:
...
II. Abdülhamid'in yabancı basın konusunda uzun süren bir tecrübe döneminde sonra gerçekleri kavrayabildiği anlaşılıyor. Halbuki o dönemde, Türkleri insandan saymayan ve medeni dünyanın dışında gören bir zihniyetten başka bir davranış beklemek mümkün değildi. Türkiye'ye ve Türklere karşı çifte standart kullanmayı alışkanlık haline getiren Avrupa basını bugün de Abdülhamid dönemindeki çizgisinden farklı bir konumda değil.
Bu kısmın öncesinde, yazar Sultan II. Abdülhamid'in, yabancı basını para ile satın almaya çalışarak hatalı davrandığını belirttiği anılarına yer vermiş. Yabancı basının II. Abdülhamid ile ilgili yazdıkları ve çizdiklerine birkaç örnek vermek istiyorum aşağıda. Hala aynı zihniyette oldukları, su götürmez bir gerçek.

''Kızıl Sultan'' karalamasının çıkış yeri, bir Fransız karikatür dergisi. Ve yıllarca derslerde bu karalama ile anlatıldı, anıldı Sultan II. Abdülhamid. Kendisine suikast düzenleyen Ermeni'yi affedecek kadar merhametli olduğundan ve saltanatından kendisi yüzünden kardeş kanı akmasın diye feragat ettiğinden 'nedense (!)' asla bahsedilmez.


II. Abdülhamid'in ne kadar merhametli olduğu, kızı Ayşe Osmanoğlu'nun hatıratı ve diğer saray mensuplarının hatıratlarında yer alır. Yine bu kitapta da, Sultan II. Abdülhamid'in Kişiliği ve Yıldız Sarayı'ndaki Yaşantısı başlığı ile yer verilmiş. Bu kısmı alıntı yapmadan anlatmak istiyorum. Çünkü çok uzun olur alıntı yaparsam, kısaca anlatayım. Kendisinin yazdığı komedi tarzındaki piyesleri, Saray'daki tiyatro grubuna oynatarak, çevresindeki görevlilerin yanlışlarında, uyarısını sert ve ağır sözlerle azarlamak yerine, bu şekilde ima etmesi aslında onun ne kadar merhametli bir padişah olduğunu gösterir. 

Şimdi tekrar başa gidiyoruz; kitabın üç ana bölümden oluştuğunu anlattığım kısma. İşte kitabın akademik olma yönü, ikinci ve üçüncü kısımlarla ilgili söylediğim bir özellik. Kitabın ikinci kısmı; Sultan II. Abdülhamid'in Hususi İradelerinin Metinleri ana başlığı ile başlıyor. Burada, ülkeler nezdinde yazışma belgelerinin günümüz Türkçe'si ile yazılmış versiyonları var. Üçüncü ve son kısım ise, Yıldız Sarayı Başkatiblerinin yazılarıyla orijinal Osmanlıca metinlere yer verilmiş. En çok belge, İngiltere, Rusya ve Fransa ile ilgili bulunmakta. Bunlardan iki tanesini buraya da yazmak istiyorum. Birinci yazacağım İngiltere ile ilgili:
Yıldız Saray-ı Hümayunu, Baş Kitabet Dairesi 
Basra vilayetinden alınan telgraflarda İngilizlerin Kuveyt kasabalarıyla etrafında bayrak diktikleri ve Basra'ya İngiliz vapurlarının gelmiş oldukları bildirilmektedir. Bunun üzerine Londra nezdinde yapılan girişimlere cevap olarak Lord Landrof'un beyanına değinen Londra sefirinin telgraflarının takdim edildiğine dair 29 Aralık 1904 tarihli hususi sadaret tezkeresi Zat-ı Şahanelerince görülmüştür. Kuveyt yoluyla karadan Basra'ya gelip Linç şirketi vapuruyla Bağdat'a hareket eden Bahreyn İngiliz konsolosu Mister Beken, Hindistan'da görevli memurlardan Mister Larmer, süvari yüzbaşısı Mister Ceran adlı kişiler Kuveyt'e bazı alamet-i farikalar dikerek Kuveyt'in hudutlarının genişletilmesi hususunda keşifler yapmışlardır. Ayrıca İbn-i Suud ile görüşerek Osmanlı hükümetine tabi olmaması konusunda kışkırtmışlardır. İngilizlerin oralarda gerçekleştirdikleri hareket tarzı çok calibi dikkattir. Bu konuda sessiz kalmayı tercih etmek tamiri mümkün olmayan bir çok fenalığın meydana gelmesine sebep olacaktır. İşin üzerine gidilmezse devletin hak ve menfaatlerini koruyabilmemiz mümkün değildir. Böyle bir olayın Bulgaristan'ın başına gelmesi halinde, onların dahi tahammül edemeyip haklarını korumaya çalışacakları aşikardır. Binaenaleyh, ya İngiltere'nin devletin hak ve menfaatlerine aykırı davranışlarının engellenmesi, ya da meselenin hukuk yoluyla çözümlenmesi Padişahımız Efendimiz Hazretlerinin emir ve iradeleri gereğindendir.  
               Saray  Başkatibi
               Tahsin
               11 Ocak 1905
               
                Belge no: Başbakanlık Osmanlı Arşivi, İrade Hususi, 15, 5 Za 1322. 

Bu belge, İngiltere'nin 1905 yılından itibaren I. Dünya Savaşı için hazırlandığının kanıtı maiyetindedir bence. Üstelik bu 'Büyük Oyun' belgedeki tarihten çok önce başlamış olsa gerek. 

Bir diğer belge de, Fransa ile ilgili:
 Yıldız Saray-ı Hümayunu, Baş Kitabet Dairesi 
Diyarbakır'da Müslümanlar arasında, gayrimüslimler aleyhine fesat hazırlanmakta olduğuna ve Hıristiyanların büyük bir korku içinde bulunduğuna dair Fransa sefareti tarafından keyfiyetin sorulmasıyla Diyarbakır vilayetinden gelen cevap 8 Ocak 1902 tarihli sadaret tezkeresi ile beraber saraya ulaştı. Vilayetten belirtildiğine göre, Diyarbakır'da asla öyle bir hazırlık olmadığı gibi, asayiş de berkemaldir. Herkes işiyle gücüyle meşguldür. Bu söylentiler Diyarbakır Fransız konsolosluğu tercümanı Kasapyan Artin ismindeki bir Ermeni tarafından çıkarılmaktadır. Artin Kasapyan daha önce de bazı uygunsuz hareketlerde bulunmuş olduğundan, böyle bir kişinin konsoloshanede bulunması Fransa sefaretince kabul edilmemesi gerekir. Söz konusu kişi memleket asayişi aleyhinde faaliyetlerde bulunmaktadır. Bu bakımdan Osmanlı hükümeti kendisinin değiştirilmesini talep etmektedir. Bunun için Fransa sefareti nezdinde teşebbüse geçilerek o kişi behemehal görevden aldırılmalıdır. Orada meydana gelen olayların, ya bazı Ermeni çetelerinin Müslüman kıyafeti giyip de Hıristiyan mahallelerinde silah atmaları sonucu, ya da Müslümanlar bayram namazında iken Ermenileri ayaklanmaya sevk etmek amacıyla Müslüman ahaliyi öyle bir tertip içinde göstermek gayretinden meydana geldiği vilayetten gönderilen cevabi telgraftan anlaşılmaktadır. Oradaki güvenlik güçleri dört bölük piyade, üç bölük süvari ile iki yüz zabıtadan müteşekkildir. Ermenilerin herhangi bir tertip içine girmelerinin önüne geçilmesi ve asayişin teminat altına alınması için orada iki üç taburdan oluşan yeni bir takviye birliği meydana getirilmesi Padişahımız Efendimiz Hazretlerinin emir ve iradeleri gereğindendir. 
      Saray  Başkatibi
               Tahsin

               8 Ocak 1902
                
               Belge no: Başbakanlık Osmanlı Arşivi, İrade Hususi, 95, 28 N 1319. 

Bu belge de, o dönemde konsolosluğu olan her devletin nasıl Osmanlı İç işlerine karıştığının ve doğu bölgesinde Ermenileri kışkırtmalarının kanıtı maiyetinde. Yıllar önce kurdukları tezgah, hala devam ediyor ya ne çok da bu insanı sinir ediyor. Ve bu kadar belgeye rağmen, hala çıkıp 'bazı terörist grup ve partilerin' barış yanlısı olduğunu, barışı temel alan siyasi görüş içinde olduğunu iddia edebilenlere hayret ediyorum. Bunu savunan insanlar bu ülkeyi seviyor olamazlar. Bu teröristleri savunanlar bu ülkenin ancak düşmanı olabilir. Üstelik bu milletin meclisinde bu milletin vekili olarak!! 

Evet, bir kitabı daha ayrıntılı bir şekilde analiz etmiş oldum. Aslında ben bu kadar ayrıntılı yazmak istemiyordum bu kitapta, ilk kitabın özetinde (!) çok uzun yazdığımı, bu kitapta böyle bir hataya düşmeyeceğimi kendi kendime telkin etmiştim. Ama kitabı okudukça günümüz Türkiyesi ile ne kadar benzer sorunların taa 120-130 sene öncesinde de yaşandığını fark etmem, bu kitaba bakış açımı da değiştirdi. Dolayısıyla buradaki özetin (!) maiyeti de değişmiş oldu. İnşallah çok sıkmamışımdır. Ben bu kitabı çok sevdim, çünkü Sultan II. Abdülhamid' in bakış açısıyla o dönemin dış politikasını anlamaya yardımcı olduğunu düşünüyorum. Eğer siz de böyle bir kitap arayışı içindeyseniz bu kitabı okuyun derim. Tabi, benden önce bu kitabı keşfetmiş de olabilirsiniz. Şayet öyleyse, sizin beğendiğiniz dış politika kitabını bilmek ve okumak isterim. Yorum olarak kitabın ismini yazarsanız çok mutlu olurum. Evet, en kısa sürede okuduğum kitapların resimlerini de ekleyeceğim, çok yazı var bu kadar yazı okuyamam ben demeyin yani. :D 

Üçüncü kitabım, uzun bekleyişin sonunda kavuştuğum bir kitap. Geçenlerde youtube' da Mehter Marşlarını dinlerken Osman Paşa Marşı'na denk geldim. O vakte kadar, böyle bir marşın olduğunu dahi bilmiyordum. Neyse dinledim, ve çok hoşuma gitti. Zaten Gazi Osman Paşa diye bir ilçenin varlığından hepimiz haberdarızdır, Plevne Kahramanı falan filan... İsmen bildiğim şeyi, marşı dinledikten sonra çok merak ettim ve biraz araştırdım. Sonra bu kişi ile ilgili -Gazi Osman Paşa- daha detaylı bir kitap okumak istedim. Maalesef tarihi araştırma şeklinde bir kitap bulamadım ancak bu tarihi romanı buldum. Bu kitapla ilgili çok övgü okudum, çok akıcı bir dille yazıldığını falan.. İşte şu an ona başladım. Buyrun aşağıya geçelim kitabın künyesi için... Bu arada, Gazi Osman Paşa ile ilgili bir tarihi araştırma kitabı bilen varsa yorum olarak yazarsa çok sevinirim ;) 

PLEVNE

Kitabın Yazarı: Mehmed Niyazi
Kitabın Yayınevi: Ötüken Neşriyat
Kitabın İlk Basım Tarihi: 2011
Kitabın Şu Anki Baskısı: 6. Baskı/2015
Konusu: Gazi Osman Paşa'nın Plevne Savunmasını anlatan bir tarihi roman.
Kitaba Başlama Zamanı: 8 Ocak 2016
Kitabı Bitirmek İstediğim Tarih: 14 Ocak 2016 (inşallah :D)
Kitabı Gerçekte Bitirdiğim Tarih: 15 Ocak 2016

Plevne, Ötüken Neşriyat'ın çıkardığı bir tarihi roman. Yazarı Mehmed Niyazi. İyi araştırılmış, tüm gençlerimizin okuması gereken bir tarihi roman. Okuyun, okutun...

Hayırlı akşamlar herkese. Çok gecikti kitabın kritiği, çok kötü hastalandım ve bir türlü iyileşemedim. Ancak toparlanabildim. Ve toparlanır toparlanmaz da geciken yazılarımı yazayım dedim. Ayrıca, bu bahsettiğim aralıkta Plevne bitti ama hangi gün bitirdiğimi hatırlamıyorum. Ama 15 Ocak diye hatırlıyorum. Çünkü 15 Ocak 2016 Cuma günü kargo ile yeni kitaplarım gelmişti ve ben o gün Plevne'yi bitirip, yeni kitaba başlamıştım diye hatırlıyorum. Her neyse, sonuç olarak Plevne'nin kritiğini yazmaya başlıyorum.

Öncelikle, diğer iki kitapta yaptığım gibi kitaptan hoşuma giden, önemli gördüğüm yerlerin alıntısını yapmayacağım. Çünkü bu kitap, diğer kitapların türlerinden farklı olarak roman. Dolayısı ile bu kitaptan hoşuma giden kısım alıntısı yapmam spoiler gibi bir şey olacağı için ve ayrıca kitaptan hoşuma giden kısım alıntılayacağım diye tüm kitabı alıntı etmemden korktuğum için alıntı yapmayacağım. :) Bu kitapla ilgili çok net bir yorum yazayım. Bu kitabı okuyun!!! Mutlaka okuyun!!! O kadar güzel bir kitaptı ki, tüm kitap boyunca sürekli aksiyon, sürekli savaş. Savaşın olmadığı yerde savaşa hazırlık, gazetecilerin yazıları... Yani yazar kitabın tansiyonunu hep yüksek tutmuş. Kitapta dediğim gibi sakin giden şey muharebeler arası hazırlık bölümleri, ailelere yer verildiği kısımlar, belli başlı askerlerden bahsedildiği anlar... Bu belli askerler dediklerim, tarihi romanların klasiğidir ya hani, olaylar ve bazı bireyler gerçektir ama geri kalan kişiler uydurmadır, ve hikaye uydurma kişilerin duygu ve düşünceleri üzerinden yürür. Bu kitapta da biraz vardı bu bahsettiğim tarihi roman klasiği. Ancak, diğer tarihi romanlardan farklı olarak gerçek kişilerden Gazi Osman Paşa'nın fikirlerine ve duygularına da fazlasıyla yer verilmiş. Diğer gerçek kişilerin de duygu ve düşüncelerine yer verilmiş. Ya güzeldi işte. Kısa ve net. Kitabın sonu ağır travmatik bir trajedi ile bitiyor. Ama zaten gerçek tarihi olayın da nasıl sonlandığını bildiğimiz için kitabın sonunda ne olacağını biliyorsunuz okurken, bu durumda kitabın sonuna hazırlıklı olacağınızı düşünebilirsiniz. Ama ben hiç de hazırlıklı değilmişim. :(

Kitabın konusundan bahsetmemişim ya, Direk kitaba bodoslama dalmışım. Konusu, kitabın adının da üstünde olduğu gibi, Plevne Savunması. Müşir Gazi Osman Paşa'nın efsanevi Plevne Savunması. Kitap roman olmasına rağmen çok iyi araştırılarak yazılmış, emek harcanmış. Şehit olan Miralayların, Yüzbaşıların, Paşaların şehit düştüğü tarihe kadar araştırılmış. Bazı sayfaların altında dipnot olarak tarihi gerçekler de yazılmış. Ben çok beğendim. Tabi ki Plevne Savunması ile tarihi araştırma kitabı da okumak isterim ama bu arada neler yaşandığını merak eden herkesin okuyabileceği, hatta bir Türk genci olarak tarih kitaplarında maalesef hiç bahsi geçmeyen bu destansı Savunma'yı mutlaka okumamız gerek. Bilmemiz gerek Gazi Osman Paşa'yı. Plevne'de şehit düşmüş dedelerimizi hatırımızda tutmamız gerek, sadece milli sınırlarımız içinde kalan toprak parçalarında değil şehitlerimiz, her bir karış Balkan toprağında, her bir karış Orta Doğu toprağında, her bir karış Kırım toprağında şehitlerimiz... Bilmemiz gerek... Ben bir Edebiyat hocası olsam, mutlaka bu kitabı öğrencilerime okuturdum! Yazarın yüreğine sağlık.

Plevne kitabının kritiği de bu kadardı. Çok uzatmak istemiyorum, çünkü uzatılacak birşey yok bence. Çok beğendiğim kitapları mutlaka okuyun diyorum ama bunu ayrıca okumamız gerek bence. Çünkü tarihi saçma dizilerden ya da yalan yanlış tarih kitaplarından öğreniyoruz millet olarak. İşte şanlı Türk tarihinde unutulup giden bir diğer Savunmamız. Bilmemiz gerek, o kadar şehidimizin hakkını zaten teslim edemedik... Bir de onları, yaptıkları fedakarlıkları bilmezsek nasıl hesabını veririz bu rahatlığımızın?

Bu kitabın kritiğini, kitabın en başında yazan ve beni daha kitabı okumaya başlamadan ağlatan yazı ile sonlandırmak istiyorum.
Ey Tuna!... Seninle ezelde kıyılan nikahımızın ebede kadar süreceğine inanıyorduk. Birbirimize yürekten bağlanmıştık; ne sen bize ihanet ettin; ne de biz sana... ''Beni kime bırakıyorsunuz?'' feryadıyla koynuna aldığın fidan gibi gençlerimize sarıldın; onlar da senden ayrılmamak için yalın kılıç kucağına atladırlar. Biz aşıklar birbirimizden kopmamak uğruna gök kubbenin şahit olmadığı mücadele verdik. 
Ey destanlara sığmayan yiğitler!... Şimdilerde bir kır gelinciği kadar boynu bükük ve kimsesizsiniz. Ne heykeliniz dikildi, ne de abideniz yapıldı; şiiriniz ve romanınız da yazılmadı; biz sizi tanımadık; oysa ölünüz bin doğana ruh verirdi.
Billahi Tuna, sen de biliyorsun ki, böyle onurlu bir savaş dünyanın bir başka yeri için verilmedi. İdrakler sınırlı, sevgiler sınırsız olduğundan Plevne'de yaşananları hiçbir milletin hayali almadı; çünkü hiçbir millet seni bizim kadar sevmedi; sana türküler yakmadı; çocuklarına adını vermedi; onları yoluna kurban etmedi...

Bir sonraki kitap Güneş'in Sultanlığı.

GÜNEŞ'İN SULTANLIĞI

Kitabın Yazarı: Alp Arslan Akman
Kitabın Yayınevi: Timaş Yayınları
Kitabın İlk Basım Tarihi: 2015
Kitabın Şu Anki Baskısı: 1. Baskı/2015
Konusu: 13. yüzyıl'da Anadolu'da geçen bir kurgu roman. Kitabın arkasında kitabın distopik bir roman olduğu yazıyor. Bu da, aslında kitabın nasıl biteceğine dair ipucu oluyor bize. 
Kitaba Başlama Zamanı: 15 Ocak 2016
Kitabı Bitirdiğim Tarih: 19 Ocak 2016

Güneş'in Sultanlığı, Timaş Yayınları'nın çıkardığı, Alp Arslan Akman'ın ilk romanı. Distopik bir roman olma özelliğine sahip. Kapağına aldanmayın yani. 

Herkese hayırlı akşamlar, yine... Bugün, bir kitabı daha bitirdim. Ve biriktirmeden hemen yazmak istiyorum. Öncelikle, bu kitapla ilgili çok güzel yorumlar okumuştum ve kitabı alıp okumamın en temel nedeni bu yorumlar. Yazarın ilk kitabı olmasına rağmen kurgusunun çok güzel olduğunu, sanki yazarın ilk kitabı değilmiş de yıllardır yazan deneyimli bir yazarmış gibi yazdığını falan filan bir sürü yorum okudum. Dolayısıyla merak ettim. Kaç günde bitti, 4 günde bitti. Biraz sıkıldım, doğruyu söylemek gerekirse. Ve beni biraz da hayal kırıklığına uğrattı. Ben o kadar da beğenmedim bu kitabı. Evet, ilk yazılmış bir kitaba göre güzeldi, ve kitap distopik bir kitap. Güzel şeyler olmasını beklemiyordum zaten, ama bu kadar da kötü bitmesini beklemiyordum açıkçası... Spoiler vermeyeyim, merak eden kendi okusun, ama benim hoşuma gitmeyen şeylerin başında kesinlikle diyaloglar geliyor. Çok zorlama olduğunu hissettim, sanki diyaloglarda kitap bir türlü gitmiyormuş gibi... Kurgusu falan güzeldi, kitabın bazı bölümleri de diğerlerinden daha güzeldi. Ama işte diyaloglar bence sıkıntılıydı. Hele de kitabın baş karakteri olan Sultan.

Kitabın baş karakteri olan Sultan, kendi sultanlığındaki zulümleri bilmeyen, Başvezir'in mapus hayatında tuttuğu biri. Bir gün kendi odasından gizli geçit buluyor ve dışarıdaki gerçek dünyaya karışıyor. Dışarı çıktığı ilk gece kendi sultanlığını yıkmak isteyen ve kendi canına kast eden insanlarla karşılaşıyor ve bu insanlarla dost oluyor. Bu insanlar, Başvezir'in ve Moğolların zulmüne uğrayan insanlardan, dolayısıyla bu sultanlığın yıkılması ve Sultan'ın da ortadan kaldırılması ile uğradıkları zulümlerin kalkacağına inanıyorlar. Tüm bir kitap boyunca Sultan, kendisini öldürmek isteyen insanlarla -güya- dostluk kuruyor, okuma yazmayı bu insanlar sayesinde öğreniyor.

Distopik bir roman olma özelliği, kitaba karakteristik bir karanlık katıyor. Bu kitabı okumak resmen benim içimdeki yaşama sevincini aldı götürdü. Zaten kitabı okuduğum dönem, ailevi sorunlarımız da vardı, üstüne bir de böyle bir kitap... Ya diyecek şey bulamıyorum kitapla ilgili, çok karanlık, çok kasvetli bir kitap diye yerleşti benim zihnime bu kitap. İkinci kitabı da çıkacakmış galiba. İkinciyi de alır okurum, ama o kitap da ilk kitabın özelliklerini taşır sanıyorum bünyesinde.

Evet, bu kitapla ilgili söyleyecek pek birşeyim yok. Biraz hayal kırıklığı ama okuduğum için pişman değilim.

Bir sonraki kitap; Valide Sultanlar ve Harem. Prof. Dr. Ahmet Şimşirgil'in kitabı. Herkese hayırlı akşamlar...

VALİDE SULTANLAR VE HAREM 

Kitabın Yazarı: Prof. Dr. Ahmet Şimşirgil
Kitabın Yayınevi: Timaş Yayınları
Kitabın İlk Basım Yılı: 2014
Konusu: Osmanlı Harem geleneğini, öğretisini ve Valide Sultanları anlatan bir tarihi araştırma kitabı.
Kitaba Başlama Tarihi: 19 Ocak 2016
Kitabı Bitirmek İstediğim Tarih: 21 Ocak 2016 (inşallah)
Kitabı Bitirdiğim Tarih: 4 Şubat 2016

Bu sefer görselleri böyle koymak istedim. İnternetteki bilgi çöplüğünde Harem hakkında istediğiniz bilgilere ulaşamıyorsanız, faydalı bir yan kaynak. Ana kaynak tabi ki Harem-i Hümayun. 

HAYALLER VE HAYATLAR...

Herkese yeniden merhaba! :)

Bu sayfayı çok boşladım farkındayım. Ancak yazabiliyorum ama, hem bu blogda, hem de diğer blogumda yazılar yazdığım ve bu kitabı gerçekten çoook geç bitirdiğim için sayfaya gereken zamanı ayıramadım. Bu kitap, biraz sıkıldığım bir zaman dilimine denk geldi aslında. Hem hastalanmıştım, hem babam Amerika' dan gelmişti ve hediyelerimizde teknolojik aletlerdi, söylemesi ayıptır, dolayısıyla ben kitap okumayı bir müddet askıya aldım. Ama sonra kaldığım yerden devam edebildim. Çok şükür...

Kitap benim sevdiğim tarzda, zaten Ahmet Hoca'nın tarzını çok seviyorum, akıcı ama belli noktalarda tarihi belge niteliğinde bir kitap okuduğunuz anlaşılıyor. Bazen bu durum sıkıcı olabiliyor, ben mesela Klasik Dönem Harem' in teşkilatının ve Harem kısımlarının anlatıldığı yerde sıkıldım bir miktar. Ahmet hoca herhalde bana Tarih kitabı aldıran ilk kişi. Kendisinin tarzını, konuşmasını hiç bilmeden, Kayı Serisinin ilk kitabını denemek için almıştım. Kendi kendime demiştim ki, ''Ne kadar kötü olabilir ki? Olmadı bırakırsın, birine verirsin.'' Ama öyle olmadı, Kayı serisiyle başladı. Sonra Youtube' da kendisinin konuk olduğu programların videolarını izledim. Ve Harem ile ilgili daha ayrıntılı bilgi almam gerektiğine karar verdim. Yine onun konuk olduğu bir programda Leslie Pierce' in uzun yıllar yaptığı araştırmaları sonucu kaleme aldığı kitabı Harem-i Hümayun' u önermişti. Ama ben onu aylarca aramama rağmen hiçbir yerde bulamadım. Sahaflara mı gitmedim, Cağaloğlunda fellik fellik kitapçı mı aramadım. Tarih Vakfı'nın internet sitesine baktım. Orada da yoktu. Nadir Kitap diye bir internet sitesi var. Orada buldum, ama bana hiç cazip gelmedi orası da. Ben de yeni baskısını çıkarmalarını beklemeye karar verdim. İnşallah çıkarırlarsa. Bu arada Cağaoğlunda kitapçı ararken Timaş Yayınları' na girmiştik. Orada işte Ahmet hocanın yazdığı bu kitabı buldum. Ben de dedim ki, madem ana kaynağı bulamadım, bari ben de bu kitabı alayım. Bir de, kitabın kaynakça kısmına baktım, Leslie Pierce' ın Harem-i Hümayun' unu görünce direk aldım zaten.

Ahmet hocanın kitaplarının başında genelde Osmanlı' nın şuur ve düşünce yapısını anlatır kısaca. Aynı şeyi bu kitapta da yapmıştı haliyle. Zaten bu kitabın yazılma amacı bence son zamanlarda yapılan, Harem' i bilmeden abuk sabuk içeriklerler çekilen sözde tarih dizileri. Bu dizilerdeki ve tüm toplumun bilinçaltında öğretilen çarpık Tarih' deki karalamaları aslında olanları ve gerçek Harem' i, Harem teşkilatlanmasını yazarak akıllardaki o Osmanlı düşmanlığının gerçek olmadığını herkese ulaştırmak diye düşünüyorum bu kitabın yazılış amacını. Ne iyi etmiş de yazmış bu kitabı. Leslie Pierce' ın kitabına siz de benim gibi ulaşamadıysanız bu kitapla da, tabi ki Harem-i Hümayun'un yerini tutmaz ama, Harem hakkında bilmek istediklerinizi öğrenebilirsiniz. Ben çok memnun kaldım. Bu kitabı evdeki herkese okutacağım inşallah. :D

VAHŞETİN ÇAĞRISI

Kitabın Yazarı: Jack London
Kitabın Yayınevi: Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları
Kitabın İlk Basım Yılı: 2009
Konusu: Alaska' da altın madeninin bulunması söylentileri ile hayatı tamamen değişen Buck ismindeki köpeğin başından geçenlerin anlatıldığı bir roman.
Kitaba Başlama Tarihi: 4 Şubat 2016
Kitabı Bitirdiğim Tarih: 6 Şubat 2016


Vahşetin Çağrısı, her ne kadar ismi insanı korkutsa da kitap bir köpeğin bakış açısıyla öfkeyi, gururu, sadakati anlatabilen nadir romanlardan. 

Öncelikle, hayvanseverseniz bu kitap size ağır gelecek. Bazen eğlenceli, bazen hüzünlü... Bir köpekten değil de bir insandan bahsediliyor sanki. Jack London tam bir hayvansever olmalı. Gerçi hayatını araştırmadım. Dolayısıyla öyle mi, değil mi bilemiyorum. Ben bu kitabı bir solukta okudum, şayet uyumam gerekmeseydi, 1 günde bitirirdim.

Buck isminde yarı evcil, yarı özgür bir köpeğin, yaşadığı evin bahçıvanı tarafından Alaska' da altın madeni için satılmasıyla değişen hayatını anlatan bir roman. Bir köpeğin bakış açısıyla nasıl yazılabilir ki sorusunun müthiş bir örneği. Buck' ın değişen sahipleri, değişen hayatı, edindiği tecrübeler, sahip olduğu arkadaşlar...

Yani bu kitabın uzun uzadıya anlatılacak bir yeri yok. Zaten ağzım burnum diyene kadar kitap bitiyor. Kısacık, 107 sayfa birşey. Ben okulda bir Türkçe öğretmeni veya Edebiyat öğretmeni olsaydım, bu kitabı mutlaka okutur, sınavını yapardım. Sanırım bu kitap lise dönemindeki bireyler için daha uygun olur, ikinci defa düşününce... :D

Tam bir ''Kitaplardan canım sıkıldı, bana kitapları tekrar sevdirecek kitap lazım'' kitabı... :)

Okuyun, pişman olmayacaksınız.

CENGİZ HAN'A KÜSEN BULUT

Kitabın Yazarı: Cengiz Aytmatov
Kitabın Yayınevi: Ötüken Neşriyat
Kitabın İlk Basım Tarihi: 1991
Kitabın Şu Anki Baskısı: 22. Baskı/2015
Konusu: Cengiz Aytmatov' un Gün Olur Asra Bedel adlı romanındaki ölen öğretmen karakteri, Abutalip Kuttubayev' in nasıl öldüğünün anlatıldığı, ve bu öğretmenin yazdığı bir halk efsanesinin de yer aldığı kısa roman. 
Kitaba Başlama Tarihi: 6 Şubat 2016
Kitabı Bitirdiğim Tarih: 14 Şubat 2016


Yazarın dönemini en iyi şekilde eleştirdiği kitabı. Ufacık bir kitap gibi durabilir ama inanın vicdanınıza yüklediği yük tonlarca ağırlıkta. 

Bu romandan çok etkilendim. Resmen o dönemdeki insanlardan, bu kitapta yer alan zihniyetteki insanlardan nefret ettim. Diyeceksiniz ki, bu bir roman. Bu roman, Cengiz Aytmatov' un KGB' yi en ağır bir şekilde eleştirdiği romanıdır. Bu romandaki her karakter aslını yansıtan bir örnekten ibaret. Çok uzağa gitmeye de gerek yok ki, her devrin bir Stalin' i var.

Bu romanda en çok etkilendiğim şey, Cengiz Han' ın bulutunun onu takip etmeyi bırakmasının efsanesi. Kitabı okumak isteyenlere kötülük etmeyeceğim. Tek diyeceğim, çok hüzünlü bir hikayeye hazır olun.

Bence kitaplardaki duyguları, filmlere göre daha iyi alıyoruz. En azından ben öyleyim. Kitaptaki bir satır, filmdeki bir sahneden beni daha çok etkileyebilir. Bu ufacık kitap da öyle. Ufak ama içinde derya deniz var. Okunması gerek ya, net! Yetişkinlikte okunabilecek, en önemlisi de anlaşılabilecek bir kitap. Ben bu kitabı, Gün Olur Asra Bedel'i okuduğum zaman olan lise zamanımda okusaydım, şu anki olgunluğumla anladıklarımın yarısını bile anlayamayacaktım belki de. O yüzden, yetişkinliğe adım atmış bireyler, dünyada iyi ile kötü ve doğru ile yanlışın bu kitapta en iyi şekilde anlatıldığını tekrar ifade edeyim.

Kitaplar kısa oldukları için ve roman oldukları için ve çook beğendiğim için üzerinde durulacak birşey göremiyorum ben. Direk alıp okuyun bence. :)

BABAM ABDÜLHAMİD

Kitabın Yazarı: Şadiye Osmanoğlu
Kitabın Yayınevi: Timaş Yayınları
Kitabın İlk Basım Yılı: 1963
Kitabın 4. Baskısı: 2014
Konusu: Şadiye Sultan' ın, Osmanlı Sarayı ve Babası Sultan Abdülhamid ile ilgili hatıraları, kitabın ana hattını teşkil etmektedir.
Kitaba Başlama Zamanı: 14 Şubat 2016
Kitabın Bitiş Tarihi: 18 Şubat 2016

Şadiye Osmanoğlu, saray ve Abdülhamid Han ile ilgili hatıralarını kaleme alan padişah kızlarından bir diğeridir. 

Yine bir Hatırat Kitabı ile birlikteyiz. Kitap 6 ana bölümden oluşuyor. İlk kısım Şadiye Sultan' ın saray ile ilgili hatıralarını yazdığı kısım. İkinci kısım Sultan Abdülhamid Han'ın Ha'l vakası ve Selanik' e sürgünlerinin anlatıldığı kısım. Daha sonraki kısımlar, hem Şadiye Sultan' ın hem de diğer hanedan üyelerinin vatanlarından sürgün edilişleri ve yaşanan sıkıntılı, mutlu, hüzünlü, neşeli yılların anlatıldığı kısımlar. Ayşe Sultan' ın kaleme aldığı kitap gibi bir kitap olduğu için çok fazla üzerinde durmayacağım bu hatıratında. Çok sevimli bir anıyı kitapta anlatıldığı gibi alıntısını yapıp, bu kitapla ilgili kritiği de bitireceğim. Yalnız, Şadiye Sultan' da kızkardeşi Ayşe Sultan gibi, babası hakkında yapılan çirkin saldırıları ve çirkin sözleri müthiş bir tarih ve millet şuuru ile cevaplandırıyor. Bu kitabın Babamın Siyaseti Hakkında Bana Anlatılanlar bölümünü çok dikkatli okumanızı tavsiye ederim. Zira önemli yerleri alıntı yapsam, kitaptaki bu bölümün tümünü alıntılamam gerekir.
Gelelim alıntı yapmak istediğim sevimli anıya:
Sarayda kumral, zarif, ela gözlü, 23 yaşında, iyi tahsil görmüş, gayet güzel bir kız vardı. Babam ondan çok hoşlanırdı, daima yanında gezdirir ve konuşurdu, fakat bu kız, babamın arzusuna asla müsaade etmezdi. Bu hal beş yıl devam etti. Bir gün bayram ziyaretine gidildiği vakit, bu kız da fevkalade tuvaleti ve yaşıyla beraber artan güzelliği ile sırası gelince babamın huzuruna girdi. Babam ona ismi ile hitap ederek: ''Hala inadına berdevam mısın? Bugün ne kadar da güzelsin'' dedi. Kız: ''Efendiciğim, ömrümoldukça sana canımı feda ederim, yanından ayrılmam, fakat bütün dünyayı bağışlasan haremin olamam, çünkü kocam olacak erkeğin yalnız bir tek karısı ve kocamın da yalnız benim olmasını isterim. Aksi halde evlenemem'' cevabını verdi.
Babam güldü,kızın bu açık konuşmasından hoşlanmıştı ve bilahare birçok elmaslar vererek onu taltif etti. Bu kız için, bilahare İstanbul' un en güzel semtinde bir konak alındı, mükemmel mobilyalar ile tefriş edildi. Mabeynden kırk beş yaşlarında, dindarlığı taassup derecesine varan bir zatla nikahlandırıldı. Saraydan çıkarılıp bu eve götürüldü, düğünü de orada icra edildi.
Düğün günü ayaklarına kadar ince bir tülle örtülmüş kız, damat koltuğunda seyirciler arasından geçirilmiş, gelin odasına götürülmüştü, zevci tarafından hürmetle yüzündeki duvak açılmış, hep beraber düğün sofrasında yemek yenmişti.
Zifaf odasına evlilerin istirahate çekilecekleri saatte bir yaver geldi ve damadın, görülen lüzum üzerine, mümkün olan süratle saraya getirilmesi hakkında babamın iradesini tebliğ etti. Başında mavi sırmalı bir takke, sırtında yanları yırtmaçlı gecelik entarisi olduğu halde, damat o gece saraydaki bekleme odasında sabahın beşine kadar gelecek emri öğrenmek için bekletilmiş ve sonra lüzum kalmadı diye serbest bırakılmıştır.
Mabeynci damada bu muziplik üst üste dört beş gece yapılmış, geceyi bekleme odasında geçirdikten sonra, güneş doğarken evine gitmesi için izin verilmişti.
Kız ne kadar zarif, tahsil ve terbiye konusunda mükemmel ise, kocası da o kadar kaba idi. Konakta her ikisinin anneleri beraber otururlardı, kayınvalidesi ''Sen sıska bir kızsın, oğlum senin gibi kadını ne yapsın'' diyerek zavallıyı daima zehirli sözler ile üzmek istemişti. O ise akilane hareket ederek bu lakırdılara ehemmiyet vermemişti.
Birbiri ardından iki oğlan çocuğu dünyaya getirmiştir. Resmi günlerde, saraya ara sıra gelirdi. Babam ona: ''Bahtiyar mısın? Zevcine sahipsin değil mi?'' diye sorar, ''Evet Efendiciğim, senin lütfun başımın üstündedir, bahtiyar olmaya, çocuklarımı iyi yetiştirmeye gayret ediyorum'' şeklinde mukabele ederdi.
Evet sevgili kitapseverler, bu hatıratta da size alıntı yapacak birşey bulmuşum. :) Şimdilik bu kadar. Yeni kitabım yine bir tarih kitabı. Bu sefer tarihi araştırma alanında bir kitap okuyacağım. İçinde birkaç makale var. Bakalım nasıl olacak. İlk defa böyle bir kitap okuyacağım. Heyecanlıyım!!...

VATAN YAHUT SİLİSTRE

Kitabın Yazarı: Namık Kemal
Kitabın Yayınevi: İnkılap Kitabevi
Kitabın İlk Basım Yılı: 1872
Kitabın  Son Baskısı: 2015
Konusu: Vatan sevgisinin işlenmeye çalışıldığı ilk tiyatro eseridir. Dolayısıyla hataların olduğunu belirtelim.
Kitaba Başlama Zamanı: 23 Şubat 2016
Kitabın Bitiş Tarihi: 23 Şubat 2016



Herkese yeniden merhaba!

Bugün daha fazla geciktirmek istemediğim bir kitabın, daha doğrusu tiyatro oyununun kritiğini yapacağım.

Vatan Yahut Silistre oyunu, Namık Kemal' in kaleme aldığı ilk oyundur. Tanzimat Dönemi ile başlayan, Meşrutiyet ile devam eden dönem, Osmanlı İmparatorluğunda olan değişiklikleri takip edemediğim ve her zaman anlamakta zorluk çektiğim dönem olmuştur hep. Dolayısıyla bu kafa karışıklığını gidermek için o dönemi anlatan tarih kitaplarıyla birlikte, o dönemde kaleme alınan eserleri de okumaya karar verdim. İlk olarak da, Sultan Abdülaziz'in yasakladığı Vatan Yahut Silistre oyununu okumakla başlayayım dedim.

Oyunu okuyup bitirdikten sonra, oyun hakkında eleştirilecek çok şey buldum, ancak Sultan Abdülaziz'in bu oyunu yasaklamasındaki temel nedeni, oyunda devletle ilgili birşeylerin eleştirilmesine yorduğumdan hala anlayabilmiş değilim. Çünkü tüm yanlışlıklara rağmen oyunda öyle birşey sezmedim. Ancak Namık Kemal'in devleti çok ağır bir üslupla eleştirdiği makalelerini okumadığım için, oyunda da gözümden kaçan birşeyler olduğunu düşünüyorum.

Gelelim oyunun konusuna. İslam bey, Silistre Kalesi'nin işgal edilmesi üzerine cepheye gitmesi gerektiğinden sevdiği kız olan Zekiye hanım'dan ayrılmak zorunda kalır. Zekiye hanım da, İslam bey'in arkasından erkek kılığına girerek cepheye katılır. Ağır yaralanan İslam bey, Zekiye hanım tarafından iyileştirilir ve kendisine bakan kişinin Zekiye hanım olduğunu İslam bey fark eder. Daha sonra, düşman ordusunun karargahındaki cephaneyi patlatmak üzere İslam bey, Zekiye hanım ve Zekiye hanımın kayıp babası olan yarbayın çavuşu görevlendirilir. Cephaneyi patlatıp gelen iki sevgili, yarbayın izni ile evlenir, böylece vatan için yapılan görevin mükafatı alınmış olur.

Şimdiiii, gelelim benim yorumlarıma. Öncelikle, ölmüşün arkasından kötü konuşmak istemem ama, bu oyunda vatan sevgisi falan yok bir kere! İki sevgilinin birbirine duyduğu aşk ve bu aşk uğruna yaptıkları saçmalıklar var. İslam bey için birşey diyemem, çünkü oyunda sevdiği kızdan vatanı uğruna ayrılıyor, ancak Zekiye hanım sadece sevgilisini bırakmamak için gidiyor. Nerede peki vatan sevgisinin yüceliği? Basit bir pembe dizi tadı verdi bana bu oyun. Ayrıca, yazarın sözüm ona 'vatan sevgisi'ni anlatacağım, vatan sevgisini vurgulayacağım diye milli ve dini değerleri hiçe sayarak, bir kızın odasına hırsız gibi baş karakteri sokması, vatan sevgisinin yüceliğine dikkatleri maalesef vermiyor! Bu yapılan densizliğe bakarak, ve ayrıca cepheye katılan sevdiği kızı erkeklerin yatıp kalktığı bir yerde barındıran, üstüne üstlük bir de düşman ordusunun karargahına götüren bir erkek, o kızı ne kadar seviyor acaba? Ya da bu olanların içinden biz nasıl vatan sevgisini çıkaralım bu oyundan? Ben bu oyundan çürümüş bir ahlak çıkarımında bulunabiliyorum ancak! Evet bu oyun hayal ürünü, en azından baş kahramanlar. Ancak yine de, o dönemde vatan sevgisini vurgulamak ve insanların içindeki vatan sevgisini ortaya çıkarmak için bu kadar karaktersiz bir oyun ortaya koymanın anlamı nedir?! Bir erkek, vatanı uğruna sevdiği kızı bırakabilir evet, ancak o dönemde öyle destursuzca ve hayasızca bir kızın odasına girmek suretiyle cepheye gideceğini ve kendisini bırakacağını söylemek, yapacağı işte hiçbir asalet bırakmıyor. Aynı şekilde bir genç kız sevdiğini askere gönderir evet, ancak o dönemde, sonuçlarını düşünmeden sevdiği erkeği bırakmamak için erkek kılığına girerek cepheye katılmak da neyin nesi Allah aşkına?! Bu oyun, kadınları müthiş derecede küçümseyen bir oyun! Bir kadın sonuçlarını düşünmeden aşk için olmayacak işlere kalkışır, Zekiye hanımın hareketlerinden çıkarılan şey bu! Gerçekten olmayacak birşey bu oyun. Vatan sevgisini vurgulamak için bu kadar ahlaki yozlaşmaya girmeye ne gerek vardı?

Bu oyun günümüz şartlarında bile benim sinirlerimi müthiş bozdu, kim bilir o zamanlar bunu okuyanlar, izleyenler nasıl rahatsızlık duymuşlardır! Sultan Abdülaziz şayet bu sıraladığım sebeplerden bu oyunu yasakladıysa iyi yapmış! Siyasi nedeni var mı bilmiyorum, illa ki vardır, yazarın şöhreti düşünüldüğünde. Okuyun diyemem, ancak benim gibi o dönemin padişahlarının ve devlet adamlarının bu gibi 'sanatçılara' yasak getirmelerinin nedenini merak ediyorsanız, Tanzimat dönemini daha iyi anlamak istiyorsanız okuyun derim.

Herkese hayırlı akşamlar. Bir sonraki kitap kritiğinde görüşmek üzere...


TAAŞŞUK-I TALAT VE FİTNAT

Kitabın Yazarı: Şemseddin Sami
Kitabın Yayınevi: Bilge Kültür Sanat Yayın
Kitabın İlk Basım Yılı: 1872
Kitabın  Son Baskısı: 2014
Konusu: Birbirini seven iki gencin kavuşmaya çalışmasına rağmen gerçekleşen trajediler.
Kitaba Başlama Zamanı: 23 Şubat 2016
Kitabın Bitiş Tarihi: 27 Şubat 2016


Herkese uzuuun bir aradan sonra merhaba! Neredeyse iki haftadır birşey yazmıyorum. Geçen hafta bir kongre için Ankara'daydım. Bu hafta da bir türlü kendimi toparlayamadım, ancak şimdi yazabiliyorum. Aslında yine ertelerdim ama artık yazmam gerekiyordu çünkü çok birikti yazacağım ve okuduğum kitaplar. Bu kitabı bile hatırlayamamaktan endişeleniyorum. :) O zaman başlayalım...

Türk Edebiyatı'nın ilk romanı olan bu eseri, Tanzimat dönemini ve o zamanlarki Osmanlı yaşayışını ve o dönemdeki siyasi olaylarla yazarların ilişkilerini daha iyi anlayabilmek için okudum. Aslında Türk Klasiklerini okumaya başlamamdaki temel neden de bu bahsettiğim nedenlerdi.

Bu kitap romantik dram, hatta trajedi denebilecek kadar dram. Roman anlaşılmayacak bir roman değil, ama arada yazar, sanki okuyucu olayları anlayamayacak endişesiyle arada bilgi vermese daha iyi olabilecek bir roman. Ama olsun, ne de olsa ilk roman. Bilinmemesi muhtemel kelimeler, aşağıda dipnot olarak verilmiş, ancak eser zaten günümüz Türkçesine çevrildiği için okumanızı çok sık bölme zorunda kalmıyorsunuz, bu da artı bir özellik. Hatırlıyorum, ilkokulda hocamız bu tarz eserleri okuttuğunda en nefret ettiğim şey zırt pırt kitabın en arkasındaki yazarların ya da çevirmenlerin eklediği sözlüğe bakmak zorunda olmaktı. Bu da okumaya devam etmenin önündeki en büyük engel oluyor. Ancak bu yayınevini sevdim, bilinmeyecek kelimeleri dipnot olarak vermeleri eseri okumanızda uzun aralar vermenize engel oluyor.

Gelelim konuya, Talat bey, kalemde (o zamanlar resmi dairede çalışanlara böyle denirmiş) çalışan bir memurdur. Bir gün her zamanki tütüncüsünden farklı bir tütüncüden tütün alır, Fitnat hanımı da orada görür. İki genç ilk görüşte birbirlerini severler, ancak Talat bey sevdiği kızla nasıl irtibat kuracağını bilemez, zira Fitnat hanımın çok pimpirikli bir üvey babası vardır. Kızın dışarı çıkmasına, mesire yerlerinde (o zamanlar Çamlıca ve Kağıthane'ye böyle denirmiş) izin vermez. Ancak babasının tüm önlemlerine rağmen, iki genç birbirlerini görür beğenirler. Talat bey kızın evden çıkamadığını ve komşulara da gidemediğini öğrenince, ki tüm bunları eve tek gelip giden kişi olan nakışçı kadından öğrenir, kılık değiştirerek sanki nakış öğrenmeyi bir türlü becerememiş bir genç kızmış gibi davranır ve kızın evine girmeyi başarır. Kızın evine girmesiyle işler hiç de tahmin ettiğiniz gibi ''onlar çıksın kerevetine...'' tadında gelişmez. Bir müddet ikisi de birbirlerinden utanır, Talat bey Fitnat hanımın gerçeği öğrenmesi durumunda nasıl tepki vereceğini bilemediği için birşey söylemeye cesaret edemez, Fitnat hanım da kendisini kız olarak tanıtmış bu kişinin sevdiği adama aşırı benzerliğinden etkilenir. Bir müddet sonra zaten dayanamaz ve Talat beye abisi olup olmadığını sorar, böylece bir nebze aralarındaki çekingenlik geçer. Ancak bu seferde kızı büyük bir eve gelin olarak vermeye niyetlenirler, Fitnat hanım buna şiddetle karşı çıkar. Talat beyin geldiği bir gün bunu ona da söyler, abisini sevdiğini dile getirir. Talat bey üzüntüden düşer bayılır ancak kendine geldiğinde gerçeği Fitnat hanıma anlatır. Birbirlerinden ayrılmayacaklarına yemin eden gençler, tekrar buluşmak üzere sözleşir. Ancak aksilik bu ya, kızı bir katakulliyle verecekleri adamın evine getirmeyi başarırlar, Talat bey de hastalandığı için bir türlü Fitnat hanımın yanına gelemez. Fitnat hanım getirildiği evde bir türlü kocası olan adama pas vermez, yanına gitmez. Rastlantı bu ya, kocası olan adam, bir zamanlar annesini çok sinirlendiği bir anda boşayan babasıdır. Fitnat hanımın koynundaki muskasında annesinin yazısını görünce babası büyük bir pişmanlıkla kızının yanına gider, ancak Fitnat hanım zaten kendine kıymıştır. Çünkü Talat bey ile Fitnat hanım, eğer bu işi engelleyemezlerse beraberce birbirlerine kıymaya söz vermişlerdir. Talat bey, tüm hastalığına rağmen, Fitnat hanımın bir yolunu bulup gönderdiği mektupla haberdar olmuştur ve hemen bu büyük eve gelir. Ancak Fitnat hanımın kendine kıydığını görünce o da oracıkta düşer, ölür. Fitnat hanımın babası da delirir.

Tam bir yerli Romeo ve Juliet değil mi? Aşırı rastlantılar yumağı. Kitap, Doğu toplumlarının öyle ''sonsuza dek mutlu yaşadılar'' mottosuna inanmadığının canlı bir kanıtı gibi adeta. Sergüzeşt'i de, İntibah'ı da okudum, ikisinin de sonu mutlu bitmiyor. Bu devirde alıştığımız hikayelere hiç benzemiyorlar.

Tanzimat dönemini merak ediyorsanız ilk bu kitabı okuyun derim, böylece dönemin yazarlarının kendilerini geliştirme aşamalarını da daha iyi anlayabilirsiniz.


İNTİBAH

Kitabın Yazarı: Namık Kemal
Kitabın Yayınevi: Bilge Kültür Sanat Yayın
Kitabın İlk Yazıldığı Yıl: 1873-76
Kitabın  Son Baskısı: 2015
Konusu: Hayatla ilgili hiçbir tecrübesi olmayan bir gencin, bir kadın uğruna hayatında yaptığı yanlışlar. ''Son pişmanlık fayda vermez'' sözüyle bütünleşmiş bir eserdir.
Kitaba Başlama Zamanı: 27 Şubat 2016
Kitabın Bitiş Tarihi: 7 Mart 2016


Selamlar, hürmetler... Uzun zaman önce bitirdiğim ancak üşengeçliğimden yayımlamadığım bir diğer Tanzimat dönemi eserlerden birini anlatacağım sizlere.

Namık Kemal, Türk edebiyatında çok nam salmış bir yazarımız. Kendisi sadece sanatçı kimliğine sahip olmadığı için özellikle bu yazarı, Sultan Abdülaziz ile olan münasebetlerini merak ettiğim için araştırmaya başlamıştım. Sultan V. Murad'ın hocası imiş zamanında, pek hoş şeyler okumadım yazarın hakkında. Dolayısıyla ben de eserlerini okumaya karar verdim. Her ne kadar tiyatrosu beş para etmez olsa da, bu romanının gayet edebi bir dille yazıldığını belirtmeliyim. Roman türünde başarılı bir yazar kendileri.

Romanın konusu, hayat hakkında belli bir tecrübesi olmayan Ali bey, babasının vefatıyla hayata küser. O vakte kadar Çamlıca gibi mesire yerlerinde hiç bulunmamış olan Ali beyi annesi, kederini hafifletsin diye oğlunu Çamlıca'ya gitmeye ikna eder. Daha önce hiç o tarz ortamlarda bulunmamış olan Ali bey, hiç gitmediği, görmediği yer olan Çamlıca'nın büyüsüne kapılır ve sık sık gitmeye başlar. Kalemdeki arkadaşlarına da Çamlıca'dan bahseder; tatil günü olan Cuma günü Çamlıca'da buluşmaya karar verirler. Daha önce Çamlıca'ya tatil günlerinde gelmemiş olan Ali bey, arkadaşlarının hatrı için bir arabaya el eder. Aradan bir hafta geçer geçmez, Ali bey tekrar Çamlıca'ya gider. Bu arada da, el ettiği arabadaki ahlakı noksan kadın da aynı gün Çamlıca'ya gelmiştir. Bu kadın, Ali beye kafayı takmıştır ve bir şekilde elde eder. Ancak Ali beyin arkadaşı ve dayısı bu durumdan hoşnut değildir, Ali beyin annesi oğlundaki değişimi sormaya geldiğinde gerçeği anlatırlar. Ali beyin annesi, evine huyu, yüzü, ahlakı güzel bir cariye alarak oğlunun Mehpeyker'e olan meylini kırmaya çalışır. Mehpeyker'in gerçek yüzünü gören Ali bey, ilişkisini keser ve cariyesine yönelir. Ancak bu durumdan müthiş bir kin duyan Mehpeyker, ne yapar eder, tertemiz olan cariyeyi Ali beyin gözünde ahlaksızmış gibi göstertir ve sattırtır. Ali bey, bu durum üzerine büyük bir buhran geçirir ve annesinden de, cariyesinden de, hatta tüm kadınlardan da nefret eder. Artık hayatı gece hayatından ibarettir. Tüm servetini kaybeder, annesi büyük bir yoksulluk içinde vefat eder, annesinin cenazesine bile gitmez. En sonunda, Mehpeyker Ali beyin öldürülmesini ayarlar, ancak satın aldığı Ali beyin cariyesi gerçeği öğrenir ve Ali beyi kurtarır. Ancak Ali beyi kurtarmak, kendi canına mal olur. Ali bey tüm gerçeği öğrendiğinde müthiş bir öfkeye kapılır ve Mehpeyker'i öldürür. Ancak annesinin ve cariyesinin başına gelenlerden dolayı müthiş bir vicdan azabı duyar. Ancak olan olmuş, iş işten geçmiştir.

Romanın konusu çok ağır, ancak kendini okutuyor. Özellikle kitabın sonlarında, Mehpeyker'in bizans oyunları ile Ali beyin başına gelen kötülükler kısmında kitabı elimden bırakamadım. İbretlik bir konu işlemiş yazar. Ayrıca, okurken dikkatimi çeken bir ayrıntıdan da bahsetmek istiyorum. Kitabın başlarında şöyle bir cümle geçiyor:
Bu bela dünyasında kim vardır ki bir gece yalnız kalsın; bir endişeden dolayı uykusunu kaybetsin, o halde cihanı, nefsini, amellerini, geçmişini düşünsün de milletimizin en büyük hakimi olan bir zatı muhatap alarak ''Heyhat!.. Sözün aynı doğru imiş: Dünyaya geldiğime ben de pişman oldum.'' demesin? 
Bu romanı Namık Kemal sürgünde olduğu Magosa'da yazmış. Bu alıntısını aldığım cümle bana çok ilginç geldi. Okurken aklıma sadece katline sürüklediği Sultan Abdülaziz'e söylenmiş sözler gibi algılamıştım. Ancak bir daha okuyunca, sanki Allah'a hitaben kaleme alınmış bir cümle gibi geldi. Bilemedim... Siz ne dersiniz? Okuyan varsa bu sayfayı, yorum olarak fikrinizi belirtir misiniz?

Eveet, bir kitap anlatısının daha sonuna geldik. Bir sonraki kitap, Osmanlı'nın Şifreleri adlı kitap. Bol kitaplı günler efenim... :)

OSMANLI'NIN ŞİFRELERİ

Kitabın Yazarı: Talha Uğurluel & Cansu Canan Özgen
Kitabın Yayınevi: Timaş Yayınları
Kitabın İlk Baskısı: Şubat 2016
Kitabın  İkinci Baskısı: Şubat 2016
Konusu: Renkli sayfalar ve kısa kısa sorular-cevaplarla Osmanlı Devleti'ni anlatmaya çalışılmış başarılı bir kitap.
Kitaba Başlama Zamanı: 9 Mart 2016
Kitabın Bitiş Tarihi: 10 Mart 2016




Selamlar, hürmetler...

Bugün ne zamandır yazmam gereken bir diğer kitabı nihayet yazıyorum. CNR kitap fuarından aldığım kitaplardan biri de buydu. Hatta cuma günü de gitmek istemiştim, Talha Uğurluel'in imzası var diye. Ama gidemedim, sonra Talha hocanın rehber olduğu gezileri buldum. Hatta ailemle de konuştum, ramazanın ilk pazar günü tekne gezisi yapıyorlar, ancak kısmet olmayacak galiba. :( Artık ben de kendilerini -kısmet olursa- başka bir kitap fuarında görürüm inşallah...


Osmanlı'nın Şifreleri, tipik bir Talha Uğurluel kitabı. Bol görselli, rengarenk... Bu kitapla sıkılacağınızı hiç sanmıyorum. Bence bu kitabı çevrenizde tarihi Muhteşem Yüzyıl ile öğrendiğini sanan insanlar varsa mutlaka önerin bu kitabı onlara! O kadar net söylüyorum. Anlaması kolay, takip etmesi kolay, hatta başka tarihçilerin biraz daha akademik yazılarına alışmış insanlar için fazla kolay bile diyebilirim. Ahmet Şimşirgil'in üslubuyla uzaktan yakından alakası yok. Tabi bu kitabın en büyük artısı görseli bol ve sayfada anlatılanlarla paralel olduğu için gözünüzde canlandırması çok kolay oluyor.


'Kolay' kelimesini ne kadar çok kullanmışım böyle! Ben evdekilere okutturacağım bu kitabı. Tarih kitapları okumaya başlamak isteyenler için bundan daha güzel başlangıç kitabı olamaz diye düşünüyorum. Anlatacak çok şey yok aslında. Kitap, Canan hanım soruları ve Talha hocanın cevapları üzerine, röportaj gibi kurgulanmış. Başarılı da olmuş. Daha birinci baskısı bitmeden, aynı ayda ikinci baskıya da girdiğine göre kitaba talep çok demektir.


Ben son olarak bu kitabı bir günde bitirdiğimi belirteyim. Herkese hayırlı salılar, hayırlı haftalar...


YILDIZ GEZGİNİ

Kitabın Yazarı: Jack London
Kitabın Yayınevi: Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları
Kitabın İlk Basım Yılı: 2014
Konusu: Meslektaşını öldüren bir profesörün, hapishanede cezasını çekerken, işlemediği bir suçun üzerine yıkılmasıyla gördüğü işkencelerden soyutlanma yöntemi geliştirmesi ve geliştirdiği bu yöntemle geçmiş hayatlarına dair edindiği tecrübeleri dile getirmesi.
Kitaba Başlama Tarihi: 7 Mart 2016
Kitabı Bitirdiğim Tarih: 15 Mart 2016




Herkese yeniden merhaba!

TÜYAP'tan aldığım bir diğer kitabı da bitirdim çok şükür! Kitapları eritebiliyor muyum? Hiç sanmıyorum, çünkü habire yeni kitaplaer almaya devam ediyorum. İstanbul'da görünürde yeni kitap fuarı yok, ramazana kadar biraz daha kitap bitirebilirim inşallah. Yavaş yavaş aldığım, kökleşmiş, uzuun zamandan beri okunmayı bekleyen kitapları okumaya başlamak istiyorum. Bunlardan biri Amin Maalouf'un Doğu'dan Uzakta' sı. Ayrıca alalı neredeyse iki yıl olacak bir diğer kitabı daha okumak istiyorum, Bülbülü Öldürmek. Ama bu son günlerde hızlı bitirdiğim kitaplar çok oldu. İnşallah şu an okuduğum kitabı da hızlıca bitirebilirim.

Okuduğumdan zevk aldığımda kitapların daha hızlı bittiğine şahit oldum. Daha okumam gereken şu kadar kitap var dediğimde kitlendim, ancak okuduğuma kendimi verdiğimde, inanılmaz zevk aldım. Bu kitap ta öyle bir kitap. Üslup, kurulan cümleler çok anlaşılır. Çeviri mükemmel. İş Bankası Yayınları, klasikler için harika bir yayınevi. Ben bir klasik okuduğumda ilk önce çevirinin güzelliğine bakarım. Çünkü başıma çok talihsiz bir olay gelmişti ve ben artık yoğurdu da üfleyerek yiyorum. Lisede babam bizi haftasonları sık sık sahaflara götürürdü, çünkü o zamanlar abim üniversitedeydi ve sürekli yeni kitap alması gerekiyordu. Böyle bir zamanda -şu an yayınevinin adını unuttum- bir klasik aldım, Charles Dickens'ın Büyük Umutlar'ı. Öncesinde de İki Şehrin Hikayesi'ni okumuştum ve çok beğenmiştim. Bunun üzerine de aynı yazarın diğer kitaplarını okumak istedim. İşte ben yanlış yayınevini aldığımdan herhalde, çeviri berbattı ve beni resmen klasiklerden soğuttu! Suç ve Ceza'ya kadar da kendime gelemedim. Büyük bir travmaydı! Bundan abime bahsettiğimde ''O zaman Hasan Ali Yücel serisini al'' dedi. İşte benim İş Bankası Yayınları ile tanışmam bu şekilde oldu. Lise'de Modern Klasikler serisinde çok kitap yoktu. Bu sene gördüm de, aklım durdu. O kadar çok kitap çevirmişler ki -nihayet- görevliye ''En son bu kadar kitap yoktu bu seride'' gibi saçma bir cümle bile kurdum. İşte bu kitabın da çevirisi çok iyi, cümleler anlaşılır. Cümlelerin anlaşılır olmasın da temel nedeni çevirinin çok iyi olması.

Üslup kolay, konu da çok ilgi çekici. Meslektaşını öldüren tarım ekonomisi profesörü Darell Standing, hapishane'de işlemediği bir cezanın üzerine atılması ile -hapishaneye gizlice sigara girdiği halde, dinamit girdi gibi gözterdiler ve bunu da Standing'in üzerine attılar- işlemediği suçu itiraf ettirmeye çalışılması, bunun içinde bedeninde çeşitli işkence yöntemleri kullanılması üzerine zihinsel olarak kendini soyutladığı bir meditasyon yöntemi geliştirir. Böylece zamanda geri giderek, farklı kişiliklerle yaşantılar yaşar, ve her yaşantı ona başka bir tecrübe kazandırır. Böylece kendisini bekleyen sona -daracağı- kendini hazırlamış olur.

Bu kitap, yazarın San Quentin'de beş yıl hapis yatan arkadaşı Ed Morell'dan esinlenerek yazdığı bir romanı. Dolayısıyla Ed Morell kitapta aynı isimle Standing'in iflah olmazlar koğuşunda arkadaşı ve yıldız gezgini olması yolunda ilk eğitimi veren kişi olarak karşımıza çıkıyor. Yazar bu romanıyla, San Quentin'in ve o dönemdeki tüm ABD hapishanelerinin çökmüş sistemlerini ortaya koymayı hedeflemiş. Gerçekten de romanda uygulanan cezalar insanın kanını donduran cinsten. Roman baş kahramanı artık idam için giydirilirken, insanların ne hangi yüzyılda olursa olsun, ne kadar kültürlü olursa olsun, içlerindeki vahşinin ve vahşetin körelmediğinden bahsediyor. Aslında, kitabın ana fikrini de böylece söylemiş oluyor.

Kitap akıcı ve sürükleyici. Okurken hiç sıkılmadım. Jack London'ın eserlerini çok beğendim, İş Bankası Yayınları diğer eserlerini de çevirmiş. Onları da okumaya karar verdim. Öyleyse hayırlı günler diliyorum size, bol kitaplı günler... Bu arada bugün perşembe, dinen cuma günü girmiş olmasa da hayırlı cumalar demek istiyorum. Bu aralar hiçbir yere gidemediğim ve birşeyler seyretmediğim için blogda gönderi paylaşamıyorum. Ama bu arada bu sayfayı boşlamak istemiyorum çünkü bu sayfayı boşladığımda -okuduğum kitapları unuttuğum için- daha kısa ve anlaşılır olmayan yazılar yazıyorum. Bugün işten geldikten sonra yine dün bitirdiğim kitabı yazarım inşallah. Hayırlı günler herkese...

DELİ KURT 

Kitabın Yazarı: Hüseyin Nihal Atsız
Kitabın Yayınevi: Ötüken Neşriyat
Kitabın İlk Basım Tarihi: 1958
Kitabın Şu Anki Baskısı: 63. Basım
Konusu: Yıldırım Bayazıd Han'ın oğulları arasındaki kavgada İsa Çelebi'nin gebe eşini -erkek çocuk doğurması halinde- katledilmekten koruması üzerine, doğan oğlanın -Deli Kurt/Murad- hikayesi kaleme alınmıştır. 
Kitaba Başlama Tarihi: 15 Mart 2016
Kitabı Bitirdiğim Tarih: 16 Mart 2016



Herkese hayırlı akşamlar. Çok uzun zaman olmuş bu sayfayı güncellemeyeli. Yoğunluktan ve yorgunluktan maalesef yine boşladım blogu. Hayat gailesi işte.

Gelelim haftalar öncesinde bitirdiğim ancak bir türlü üşengeçliğimi üzerimden atamadığım için üzerinden tabir caizse yıllar geçen kitabı bir miktar anlatacağım.

Kitap anlaşılır, su gibi akıp giden, hiçbir şekilde kasmayan bir dile sahip, ve olaylar o kadar heyecanlı ki! Uyumak zorunda kalmasaydım -ki hiç uyumadan kitap okumuşluğum çoktur- başladığım gün bitirirdim herhalde. Ama tüm gece uyumadan kitap okuduğum günlerin sabahlarında ve o günlerde ruh gibi dolaştığım için artık bu yanlış davranışı yapacak kadar canıma susamadım. Hem alacağım tepkilerden hem de yaşadığım tecrübelerden bu davranışımın bana çok acı bir şekilde döneceğini biliyorum, bu sebepten hiç yapmaya kalkışmıyorum artık. Her neyse, kitap müthiş akıcı, göz açıp kapayıncaya kadar bitti desem yeridir. Zaten bunu anlamışsınızdır bitiş süresinden :)

Kitabın hikayesini uzun uzadıya anlatmak istemiyorum bugün. Hem aradan çok uzun zaman geçti, hem de bu kitabı anlatarak kitaba, kitabı okuyanlara ve kitabı okuyacaklara haksızlık etmek istemiyorum. Bu yüzden sadece kitabın arkasında yazan açıklama gibi kısa bir açıklama yapacağım. Osmanlı Devleti'nin kuruluş yıllarındaki Fetret Devri'ndeki şehzadeler savaşı ve kayıp şehzadelere değinmek için yazıldığını düşünüyorum kitabın. Fetret Devri'nde Musa Çelebi'nin bilinmeyen oğlu Murad'ın -namı diğer Deli Kurt- hikayesinin anlatıldığı tarihi roman. Gerçekten böyle bir hikaye var mı bilmiyorum, sanıyorum ki tarihçiler de bunun gerçek olup olmadığını bilemiyor, çünkü çok karışık ve kaosun hakim olduğu bir dönemden bahsediyoruz. Neyse, şu an hiiiç tarihe giremeyeceğim, zira ne bünyem kaldırır ne de konuyla alakalı olmayan bilgim :)

Şahsen ben bu kitabı çok beğendim. İyi ki de almışım! CNR'a gitmeden önce alınacak kitaplar listesine eklemediğim halde aldığım ve sonrasında ''Acaba almasa mıydım?'' diye şüpheye düştüğüm, hatta suçluluk duygusuna kapıldığım bir kitaptı. Ama şunu gururla söyleyebilirim: İyi ki almışım!! Mall of İstanbul'daki DR'da dolaşırken gördüğüm ve bunu almalıyım dediğim bir kitaptı, doğru bir tercih yapmışım. Daha sonra yazarın Bozkurtlar romanını da okumalıyım çünkü onu da almıştım. Şu an haftalardır aynı kitabı okuyorum ve bir türlü bitiremedim. Çünkü okumaya fırsat bulamıyorum! Mehmed Niyazi'nin Çanakkale Mahşeri romanı. Martın 18'ine girmeden başlamıştım bu romana, ayın anlam ve önemine binaen bu romanı okumak istemiştim. Çabucak bitiririm diye düşündüm ama okumaya fırsat bulamadığım için bitirmek de kısmet olamadı bir türlü. Ama önemli değil, çünkü roman çok güzel. Ne de olsa bitecek illa ki, değil mi?

Öyleyse herkese hayırlı akşamlar diliyorum. Hatta hayırlı geceler demeliyim sanırım :) Bir sonraki kitap analizimde -ki gerçek bir analiz olması için elimden geleni yapacağım- görüşmek üzere hoşça kalın!











Hiç yorum yok:

Yorum Gönder